Camın Büyüsü
Su gibi berrak ve duru… Bütün kırılganlığına rağmen yüzyıllara meydan okuyacak kadar dayanaklı… Bütün narinliği, asaleti, saflığı ve saydamlığıyla narlı ateşte eriyen cam, usta ellerde ve usta nefeslerde yeniden hayat ve şekil bulur. Adeta bir hayalden uyanır da bir sanata dönüşür. Yüzlerce yıl insanı kendine hayran bırakan cam, artık bir maden olmaktan çıkmış, üstünde resimlerin sembollerin canlandığı ve dans ettiği bir tuvale dönüşmüştür.
Latin doğa bilgini Plinius’un (M.Ö 23 – M.S 79 ) sözünü ettiği bir efsaneye göre cam, Fenikeliler tarafından bulunmuştur. Rivayete göre; Suriye’de Carmelus tepeleri arasında, bataklık bir bölge vardı. O zamanlar Belus nehri bu bataklıktan başlayarak Ptolemais eyaletine yakın bir yerde denize dökülürdü. Kutsal sayılan, çamurlu birikintilerle dolu olan nehrin dibindeki kumlar, sular çekildikten sonra gün ışığına çıkardı. Kumlar dalgaların yardımıyla çalkalanır ve yabancı maddelerden arınırdı. Plinius’un naklettiğine göre güherçile yüklü bir Fenike gemisi burada demir atmış ve gemiciler kıyıda yemek pişirmek için hazırlığa girişmişlerdi. Ancak ocak yapmak için kumsalda yeterli taş bulamayınca gemilerden güherçile bloklarını getirmişlerdi. Böylece, yapılan ocakta yanan ateş, kum ile güherçileyi eritince o zamana kadar bilinmeyen saydam bir sıvı etrafa yayılmıştı. Söylentiye göre elde edilen ilk cam budur. Oysa hiçbir kamp ateşi camı eritecek kadar güçlü değildir. Bununla beraber en eski cam parçasının tarihi bu buluştan birkaç yüzyıl öncesine aittir. Bu cam dünyasında anlatıla gelen şirin bir efsanedir.
Cam işlerinin başlangıcı kesin olarak tespit edilememiştir. Uygarlık ilerledikçe cam da insanlar için önemli ve vazgeçilemez bir öğe haline gelmiştir. Cam çok eski çağlarda uzun zaman yaygın ve ucuz bir nesne olamamıştır. Mısır’da M.Ö 1500 yıllarına varan camdan yapılmış küçük şişeler çok nadir bulunan ve pahalı şeylerdi. Sanat alanında da çok değerli olan cam, mimariye pencere vitrayları olarak girmiştir. Türk sanatı içinde cam işlerinin uzun bir geçmişi olduğu şüphe götürmez. Artuklar ve Selçuklular zamanında başlayan Türk cam sanatı, Osmanlı döneminde gelişerek devam etmiş ve 19.yy. da en parlak dönemine ulaşmıştır. Bu yy.da İstanbul’da çok orijinal ve mahalli karakterlerde cam eşya üreten atölyelerin ortaya çıktığını görüyoruz.
Bunların ilki Beykoz civarında bir Mevlevi dervişi olan Mehmet Dede tarafından kurulmuştur. III. Selim zamanında İtalya’ya gönderilmiş olan usta atölyesinde alışılagelmiş cam eşyanın yanı sıra üzerleri yaldızlı nakışlarla süslenmiş beyaz, süt rengi ya da saydam olmayan mavi renkte bir cam hamurundan yapılmış fincan, sürahi, bardak, vazo, reçellik, gülabdan ve şamdanlar üretmiştir. Çalışmaları arasında en popüler olanı “ Çeşm-i Bülbül “ olmuştur.
O dönem yaygın olarak kullanılan bu mamullere üretildikleri yerle ilintili olarak Beykoz adı verilmiştir. Zamanla çok sevilen bu ürünler İran, Suriye, Lübnan, Yunanistan, Kıbrıs, Tunus, Mısır ve Hindistan’a kadar yayılmıştır. Ancak gerçek Beykoz’lar benzerlerinden lambaya tutulduklarında aksettirdikleri kırmızı ışıkla ayrılırlar. Yine o dönemler de İstanbul Eğrikapı’da bir cam yapım merkezi daha açılmıştır. Daha sonra Eyüp, Balat, Ayvansaray, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz mevkilerinde çok farklı çeşitlerde cam üretimi yapan, cam atölyeleri kurulmuştur Ülkemizde, ilk ulusal fabrika, Cumhuriyet döneminde Paşabahçe’de “ Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş. “ adı ile kurulmuştur.
Bu kadar derin bir geçmişi olan camın, günümüz Türkiye’sinde hak ettiği değeri ve yerini alması bilgilerin paylaşımıyla mümkündür. Geç kalınmış da olsa üniversitelerimizde cam bölümleri yeni yeni kurulmakta ve geliştirilmektedir. Günümüz dünyasında ise cam özellikle sanatsal yönden paha biçilemez bir noktaya ulaşmıştır. Geçmişten gelen kültürel zenginliklerimizin unutulmaması en büyük arzum… Bu güzelliklerin daim olması eminim sizleri de mutlu edecektir. Yeni yılın size ve sevdiklerinize arzu ettiğiniz tüm güzellikleri getirmesi dileklerimle… Sağlıkla, huzurla ve sevgiyle kalın…
Yıldız DEMİR
Bir cevap yazın