Efendim
Eski kitap, gazete ve dergileri karıştırmak oldukça keyiflidir. Sayfalar arasında gezinirken o yıllarda olduğum hissine kapılır, zamanın içinde kaybolurum. Geçmiş zamanların daima naif bir yanı olduğunu düşünmüşümdür.
Elime Şubat 1979 yılında yayınlanmış Türkiye’miz dergisi’nin 27. sayısı geçti. Dergide, ressam Elif Naci’nin resimlerinin de olduğu 11 sayfalık bir röportajı var. Başlık “ ELİF NACİ KENDİNİ ANLATIYOR “. Uzun zamandır bu yazıyı sizlerle paylaşmak istiyordum. Nedenine gelince röportajda Elif Naci kendini o dönemin Türkçe’siyle öyle samimi bir şekilde anlatmış ki, etkilenmemek mümkün değil. Sanki o dönem sanatçılarının yaşama ve sanata bakışlarının bir yansıması olmuş. Ayrıca o yıllarda kullanılan Türkçe’yle şimdi kullandığımız Türkçe arasındaki o tatlı farkı da yaşatıyor. Tabi Elif Naci’nin o güzelim röportajının hepsini bir köşe yazısına sığdırmak mümkün değil ama en azından sizlerle paylaşmak adına içinden ilgimi çeken birkaç paragrafı yazmak istedim. Umarım sizlerde benim kadar keyif alırsınız.
“ – Efendim, ben: ressam Elif Naci… 1898 senesi Ağustosunun 10 unda ve sabaha karşı saat 10 da Gelibolu’da dünyaya gelmişim. Efendim, bir yaşına bile gelmeden, efendim, doğumdan birkaç ay sonra babamın askerlik vazifesi dolayısıyla Edirne’ye kalkıp gitmişiz. Çocukluğum Edirne’de geçti. On dokuzuncu asrı Edirne’de bitirip yirminci asra İstanbul’da geldim. Yirminci asrın İstanbul’unda ressam olmaya karar verdim. Akademiye yazıldım. Ben yazıldıktan hemen birkaç sene sonra Birinci Cihan Harbi patlak verdi. Ve bizi de, efendim, on yedi filan yaşımda, gözyaşımıza bakmadan askere aldılar. Yani dört sene askerlik yaptık.
Ressamlık hayatıma dair anlatacak o kadar çooook şey var ki… Akademiden başlayıp bugüne kadar süren bu serüven uzuuuun hikâye…
Efendim, ilk önce Akademide, hocamız Çallı İbrahim’in talebesi olduk. Tabii Çallı İbrahim’den feyz aldık, Empresyonizm tarzında. Çünkü onlar, Çallı ve arkadaşları Paris’te çalışmışlardı ve bir çeşit Empresyonizmi Türkiye’ye ilk getiren insanlardı…
Efendim, ben doğuya karşı garip bir tutkum vardır. Herhalde, güneşin doğuşuna karşı, bir pencere önünde doğurmuş anam beni diyeceğim geliyor. Güneşin batışı da fena değil, yani, Haliç sırtlarından, böyle, Süleymaniye’nin arkasından batan güneşi oturup belki oradan peyzajlar yapmıştım. Fakat nedense Doğuya karşı bir tutkum var. Yani sanatın Batıdan değil de, Doğudan doğduğuna bir inancım var. Bu, bana şeyin, Sezar’ın Kaska’sını hatırlatır. O, Shakespeare’in “ Julius Caesar ” ında vardır. Kaksa diyor ki “ Güneş, kılıcımı bilediğim yerden doğacak.” Ben de demişimdir ki Türk resmi memleketimin havasını işleyen fırçamızın ucunda doğacak.
Eveeet… Efendim, biz resme fazla daldık. Şimdi biraz hayatımdan bahsedeyim. Ben 1925 senesinde evlendim. Ne münasebet, efendim? Yani bu kadar hususiyetini ifşa etmeğe ne lüzum var? Yok, hayır! Yalnız şunu söyliyeyim ki, efendim, ben bir kadınla evlendim, ama bu kadın-bugün benim her şeyimdir-ve şunu söyliyeyim ki o kadınla ben evlendiğim zaman hiçbir ansiklopedide adım geçmezdi. Bugün eğer ansiklopediler, bir Elif Naci diye iltifat edip, efendim, sayfalarına geçiyorlarsa, e bu, müsaadenizle bu Elif Naci, o Makbule Hanım’ın eseridir, diyeceğim. ”
Hayatını, sanatını, yaşadıklarını ve hissettiklerini kendi sözcükleriyle işte böyle anlatmış Elif Naci… Zamanın içindeki bu kısa yolculuğumuz benim için çok renkli ve bilgilendiriciydi. Dilerim sizler içinde öyle olmuştur. Zamanın içindeki bütün güzellikler sizi bulsun sevgiyle kalın…
YILDIZ DEMİR
Bir cevap yazın